Sağlık politikalarının da verimlilik-rekabet-maliyet üçgeni içinde tasarımlanmasıyla, sağlık alanındaki yeniliklerin maliyeti vatandaşa yüklendi
Son iki yüzyılda aşılardan ilaçlara,
medikal cihazlardan tedavi yöntemlerine kadar yaşanan gelişmeler insanoğlunun
ortalama yaşam süresini uzatırken yaşam kalitesini de arttırdı. Bu olumlu
sonuçlarda medikal yeniliklerin de önemli bir payı oldu.
Son birkaç on yılda kök hücre araştırmaları, gen bilimi, biyoteknoloji, optik, fizik, kimya, bilişim, yapay zeka, büyük veri vb. alanlarındaki gelişmelerin de desteği ile medikal yenilikçilik alanında yaşanan önemli gelişmeler tanı ve tedavide parlak sonuçlar alınmasını sağlamakta iken birden karşımıza Corona-19 çıkıverdi. Medikal yenilikçiliğin en parlak örneklerinin görüldüğü ülkelerde bile hâlâ görünür gelecek için bir umut olduğunu söylemek zor. Peki, neden böyle oldu? Sağlık dünyasındaki bu parlak gelişmelere karşın nerede hata yapılmıştı ki düşmanımız bir virüs olsa da sağlık sistemlerimiz çökme noktasına geldi?
1970’lerin
sonuna kadar devletin asli görevleri arasında sayılan sağlık hizmetlerinin
neo-liberalizmin öncü silahı özelleştirmeye (piyasaya) açılması dönüm noktası
olarak alınabilir. Sağlık politikalarının da herhangi bir üretim sektörü gibi
serbest piyasa kuralları, verimlilik-rekabet-maliyet üçgeni içinde
tasarımlanmasıyla, sağlık alanındaki yeniliklerin maliyeti bir biçimde
vatandaşa yüklendi. Böylece sosyal devlette sağlık sistemlerinin olmazsa olmaz erişilebilirlik ve ödenebilirlik ilkesi
bozularak zenginlerle yoksullar arasındaki açığın daha da derinleşmesine neden
olundu. Önceleri kamunun sağlık hizmetlerinin yetersizliği ve kalitesizliği öne
çıkartılarak, daha sonra sağlık alanında kamu yatırımları kısılarak hazırlanan “pazar”,
özel sektör yatırımları için sağlanan kolaylıklarla (bizdeki şehir hastaneleri)
bütünüyle piyasaya teslim edildi.
Neo-liberalizmin
tuzağına düş(ürül)en ülkelerde sistem değişik adlar ve yöntemlerle de olsa
performans esasına dayandırıldı (Fordist üretim sistemi işleyişi). Adı
Fransa’da “hizmet başına ödeme – T2A, Almanya’da “vaka başına ödeme”,
Türkiye’de performansa dayalı sistem olabilir ama hepsinin kökeninde 1980’lerin
başında ABD’de uygulanmaya başlanan “homojen hasta grupları sistemi – önceden
belirlenmiş vaka başına ödeme” modeli kısacası kamunun vatandaşına karşı
sorumlu olduğu sağlıklı toplum görevinin kâr esaslı piyasa modeline dönüştürülmesi
vardı. Madem amaç kâr etmekti o zaman yatak başına getirinin ençoklaştırılması
amaç olmalıydı. Bir yandan yatak sayıları azaltılırken, hatta hastaneler
kapatılırken diğer yandan personel üzerinden tasarruf sağlanmalıydı.[1]
Corona-19
salgını karşısında dökülen sistemlerde giderek ağırlaşan koşulları esas olarak
sağlık çalışanları taşımaktadır. Doktorların meslek yeminleri ve sağlık çalışanlarının
meslek etiklerinden gelen kazanılmış davranışları, sendikasızlık, kamunun sahip
çıkmaması piyasa sistemini oluşturanlarca sonuna kadar kullanılmaktadır. Ancak
önü alınamayan salgının ağır yükü hemen bütün ülkelerde sağlık sistemlerinin
köklü olarak eleştirilmesine ve değişim taleplerinin yükselmesine neden
olmaktadır.
Salgının ülkemizde de
görülmesiyle birlikte ilk elde gereksinim duyulan maske ve koruyucu giysiler,
ventilasyon cihazları, yoğun bakım donanımları vb. üretimleri yapan yerli
firmalarımızda bir hareketlenme görüldü. Hatta ülkemizin bu alanda sahip olduğu
akademik ve yenilikçi üretim kapasitesini ortaya koymak amacıyla açık kaynak
bir portal oluşturuldu (COVİD-19 TR Yetkinlik Haritası). Ancak temelde sağlık
politikamız ve sistemimizden kaynaklanan nedenlerle hem salgının bütün yükünü
çeken kamu sağlık çalışanlarının hem de medikal ekipman sektörümüzün sorunları her
geçen gün artmaktadır.
[1] Cumhuriyet, Le Monde diplomatique Türkiye, 7Eylül 2020, “Almanya’nın fazlasıyla kârlı hastaneleri”nden yararlanıldı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder