3 Nisan 2020 Cuma

HIFZISSIHHA 93 yaşında



Aşı, en ucuz sağlıklı kalma yöntemi!
Çocukluk yıllarımda Ankara Yenişehir’de İncesu deresinin iki yakasına kurulan pazar yerine annemle gittiğimde, yüksek duvarların arkasında geniş bir alana yayılmış gri renkli, çatısı kırmızı kiremitli kocaman binalar dikkatimi çekerdi. Bir de arka tarafında gördüğüm atlar. Sonradan bu atların serum üretimi için kullanıldığını ve bu binalar kompleksinin Hıfzıssıhha olduğunu öğrendim.


1965 yılına kadar Ankara’nın şimdilerde Hacettepe Üniversite’sinin olduğu yerde, eski ve yeni Ankara’nın sınırı sayılabilecek Hacettepe semtinde büyüdüm. Demiryolunun alt tarafı Sıhhiye semtiydi. O zamanlar bu semtin adının, modern Türkiye’nin halk sağlığı altyapısının temellerini atan Dr. Refik Saydam (1919’da Atatürk Samsun’a çıkarken O’nun ekibinde sağlık başkan yardımcısı olarak yer almıştır) tarafından Tıp Fakültesi, Hıfzıssıhha, Numune Hastanesi ve Sağlık Bakanlığı’nın coğrafî olarak birbirine yakın olması ve bu bölgenin Sıhhiye kampüsü olarak oluşturulmasından aldığını bilmiyordum.  Sonraki yıllarda bölgeye eklenen Yüksek İhtisas Hastanesi ve Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi ile tam bir sağlık bölgesi olmuştu. Bugün ise şehir hastanesi uğruna Numune Hastanesi kapatılmış, Hıfzıssıhha ise 2011 yılında kapatılarak atıl duruma getirilmiştir.
Üniversite yıllarımda ise sanırım 1973’te saygı ve minnetle andığım Ergonomi dersi hocamız Dr. Necmettin Erkan’ın Ergonomi dersimizde İş Sağlığı ve İş Güvenliği Laboratuvarı için bizleri Hıfzıssıhha’ya götürmesi ile ilk kez kapısından girdim. 
Cumhuriyetin sağlık politikası
Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi Başkanlığı binası Türkiye Cumhuriyeti'nin mimarlık tarihinde önemli bir yere sahiptir. Avusturyalı mimar Theodor Jost'un tasarladığı bakteriyoloji-kimyahane yani aşı üretim bölümü ve Robert Oerley'in tasarladığı Hıfzıssıhha Okulu ve merkez binası Rockefeller Vakfı'nın da yardımıyla (280.000 USD hibe) 1928-30 yılları arasında Redlich und Berger firması tarafından inşa edilmiştir. Yapının girişinde bulunan demir ızgara ve giriş üzerindeki kadın sporcu rölyefi, 1930'lu yılların modernizm stiline iyi bir örnektir.[1]
Orta bölümde, kapı üzerindeki dışbükey duvarda Avusturyalı heykeltraş Wilhelm Frass’a ait Yunan Mitolojisi’nde Asklepios’un kızı olarak bilinen tanrıça Hygenia’nın (Sağlık) adlı kabartması bulunur.                                                                                                                                                                                                                          
Bu yapılar bütünü içinde yer alan kurumlardan en önemlisi Dr. Refik Sağlam’ın Sıhhat ve İçtimaî Muavenet Vekâleti (Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı) döneminde halk sağlığının tıp eğitiminden farklı özellikler taşıması bilinciyle 17 Mayıs 1928’de çıkartılan Umumi Hıfzıssıhha Ku­rumu kurulmasına dair kanunla uygar ülkelerdeki benzerlerine uygun olarak oluşturduğu Merkez Hıfzıssıhha Müessesesi’dir. Müessese, Hıfzıssıhha Okulu’nun yanı sıra laboratuvar ve aşı üretim hizmetlerinin yürütüldüğü bir Hıfzıssıhha Enstitüsünü de içeriyordu.  Nisan 1927 de inşaatına başlanıldığında Başbakanlığın ve Genel Kurmay Başkanlığı’nın binalarının olmadığını bilmek konuya verilen öneme işaret etmektedir.[2] Çünkü halk sağlığı, Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte başedilmesi gereken önemli sorunların başında gelmekteydi. Başta verem, sıtma (Ankara nüfusunun %90’ı olmak üzere, toplam nüfusun yarısı), frengi, trahom (1920’lerde 3 milyon), çiçek ve kuduz hastalıkları olmak üzere uzun yıllardır savaşlarla açlıkla boğuşan halkın sağlık sorunlarıyla köklü olarak mücadele edilmesi gerekmekteydi.[3]
Mustafa Kemal’in Meclis açış konuşmaları da konuya verilen önemi göstermektedir. Örneğin; bulaşıcı hastalıklara karşı en kesin önlemin aşı olduğundan söz ederek “Üç milyon küsur kişilik çiçek aşısının Sivas’ta istihsal edilmiş olduğunu …” (1 Mart 1922) ve veremle ilgili olarak, “şimdiye kadar yeterince tedbir alınmadığını, bir başlangıç olarak İstanbul’da bir verem tedavihanesinin açılması” gerekliliğinden söz etmektedir (1 Mart 1923).
Ülkemizde aşı (kuduz ve çiçek) eğitim ve üretim faaliyetleri (mikrobiyoloji olarak da okunabilir) II. Abdülhamit dönemde başlamıştır (1886). 1920-21 yıllarında Sivas’taki aşı evinde çiçek aşısı üretimi yapılmaktaydı. 1921’de 3.269.000 ünite aşı üretilmişti. 1928’de çıkarılan Hıfzıssıhha      Ka­nunu kapsamında yapılan çalışmaların da etkisi­yle, 1929’da İran’dan gelen çiçek salgını başarıyla atlatılmıştır. Türkiye’de aşılama hizmetlerinin rutin olarak verilmesine 1930’da başlanmış, önce çiçek, daha sonra sırasıyla difteri, boğmaca, tetanoz, BCG, po­lio ve kızamık aşıları uygulamaya girmiştir.
1936 yılında Hıfzıssıhha’da tifo, dizanteri, kolera, veba, menengokok, stafilokok, boğmaca, brucella, nezle, BCG (ağız ve deri içi olmak üzere), difteri, tetanoz, kızıl, alüminyum presipiteli karma aşılar, lekelihumma, kuduz, çiçek, grip aşıları olmak üzere 17 farklı tip aşı üretilip, 35 farklı formülde ülke istifadesine sunulmaktadır. Ayrıca pek çok antijenin yanında tüberkülin de üretilmektedir.[4]
Kamucu sağlık politikalarının gereği











 




Başarısı kanıtlanmış bu kurumda 1990 sonlarında başlatılan teknolojik ve bilimsel yenilenme süreci yalnızca “kâr-maliyet” gerekçelerine dayandırılarak koruyucu sağlık hizmetlerinin en önemli aracı olan aşı üretimi sonlandırılmıştır (difteri-boğmaca-tetanos aşı üretimi 1996’da, BCG aşı üretimi ise 1998’de). Oysa ki Küba gibi küçük bir ülkenin aşı konusundaki başarısı bu piyasacı yaklaşımın yanlışlığını göstermeye yeter bir örnektir.
1980’lerden itibaren küresel liberal ekonomiye bütün kamu kamu birikimlerini özelleştirmeye açarak balıklama dalan darbe destekli iktidarlar özellikle Dünya Bankası siyasalarımı da benimseyerek sağlık sistemimizi de piyasalaştırmaya başladılar. (Şekil: Kaynak: http://www.ttb.org.tr/eweb/asi_brosur/tarih.htm)
Yakın geçmişte birçok aşıda kendi üretimlerine başlayan Brezilya, Arjantin, Küba, Çin, Hindistan, Pakistan, Endonezya, Tayland, Meksika ve Güney Kore gibi ülkelere karşın ülkemiz milyarlarca lirayı yabancı ilaç tekellerine aktarmayı tercih etmektedir. Yerli sermayemiz ise “zamanın ruhuna” uygun olarak Gayrimenkul Yatırım Ortaklıklarını tercih etmektedir. Hemen her salgın döneminde “milli” aşı üretimi gündeme getirilse de böylesi stratejik bir üründe de dışa bağımlılığı sürdürecek olan politikalarda ısrar ederek çözüm teknoloji transferine dayalı özel/yabancı yatırımda aranmaktadır. Oysa ki günümüzde biyoteknolojiye dayalı aşı üretimi için her türlü kaynak (finansman, bilgi ve kaynak insangücü) ülkemizde vardır. Olmayan, bu kaynakları toplum sağlığı siyasaları doğrultusunda yeniden yapılandırıp ülkemizi aşı konusunda dışa bağımlılıktan kurtaracak siyasi iradedir.
Kaynakların dronların peşinde savaş taktikleri geliştirmeye mi yoksa koruyucu sağlık hizmetlerinin stratejik aşı geliştirmeye ayrılması mı bütünüyle siyasi bir tercihtir. Ancak yaşamakta olduğumuz küresel Coron-19 salgını, Türkiye sağlık sisteminin kamucu köklerini canlandırarak, yeniden tasarımlamak ve temel insan haklarından olan sağlık hizmetlerini herkese eşit ve ücretsiz sağlayacak sistemi, insan haklarına aykırı “kent hastaneleri ve müşteri temelli” ideolojiden kurtarmayı zorunlu kılmaktadır.







[2] Doç. Dr. Mustafa Ertek, Dr. Mustafa Hacıömeroğlu, Hıffızsıhha'nın duayeni: Dr. Refik Saydam, http://www.sdplatform.com/Dergi/121/Hiffizsihhanin-duayeni-Dr-Refik-Saydam.aspx (21.03.2020)


[3] Dr. Hilal Özkaya Cumhuriyet döneminde bulaşıcı hastalıklarla mücadele, Türkiye Aile Hekimliği Dergisi | Turkish Journal of Family Practice | Cilt 20 | Sayı 2 | 2016

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder