CBT
Politik Bilim Yazılarıyla
Aykut Göker
Aykut Göker, 6 Mayıs 2000’de Cumhuriyet Bilim Teknoloji Dergisi’nde – CBT Sayın Orhan
Bursalı’nın önerisiyle yazmaya başladığı Politik Bilim köşesinde 4 Eylül 2015’e
kadar 586 yazı yazdı (yaklaşık 290.000 sözcük).
Bilim
ve teknoloji sisteminin tamamını kapsayan bir yaklaşım
Bu
yazıların genel eksenini ülkemizin ve karşılaştırmalı olarak diğer ülkelerin
bilim ve teknoloji (B-T) politikaları oluşturdu. O’nun yazılarının genel
biçemini oluşturan kendi içinde sağlam bir bütünlük oluşturma, bir kavram veya
olaydan yola çıkarak bir konuyu mantıksal bir dizge içinde işleme ve okuyucuya
bilgi verme ve bir şeyler öğretme özelliği, söz konusu 586 yazıyı adeta bir
bütün olarak algılamamızı da sağlar. Bu bütünlük içinde bakıldığında ilk
yazısında yer alan;
“Bir ülkenin B-T
politikası, temelde, o ülkenin B-T üretimini, belli amaçlar için artırmayı
öngören ve bunun yollarını gösteren bir politikadır. Bu politika, bilimsel ve
teknolojik bulguları ekonomik ve toplumsal bir faydaya dönüştürme konusunda,
ülke yeteneğinin nasıl yükseltilebileceğini de gösterir…
B-T’de
politika tasarımı bu alandaki üretimi artırmak için yapılır ama, ana konu
insandır; amaç, onun yaratıcılığını geliştirmektir, kültürel zenginliğidir,
sağlığıdır, refahıdır, sürdürülebilir bir çevre yaratmaktır... B-T’yi, insanın
mutluluğu için; onun yaşam kalitesini yükseltmek için kullanmak, tasarımın etik
çerçevesini oluşturur… Teknolojiyi, ülkemizde ve gezegenimiz üzerinde daha iyi
bir yaşam sağlayabilmenin mükemmel bir aracı olarak kullanabiliriz. Yeter ki
insanın kendisini, daha insanca olan her ne ise o yönde, değiştirebilelim. Bu
elbette, B-T politikalarını tasarımlayanları aşan ve ancak siyasi planda, bütün
toplum katmanlarının katılımıyla çözülebilecek bir sorundur ve pek çok yönüyle
de evrensel boyuttadır.” deyişi
konuyu çok farklı boyutlarıyla işlediği 586 yazısının yörüngesini oluşturur.
Hemen bütün yazılarında konuyla ilgili temel kavramlar, kaynaklar
ayrıntısıyla yer alır. Bu yanıyla B-T veya teknoloji yönetimi konularıyla
ilgilenenler için güçlü bir kaynakça sunar yazılarında.
B-T
sisteminin altyapısı: yasalar
Gerek
TÜBİTAK’ta gerekse TTGV’de çalıştığı dönemlerde konumu gereği ülkemizde B-T
politikalarının oluşmasına katkıda bulunmuş ve ülkemizdeki ve dünyadaki
gelişmeleri sürekli izleyerek yazılarına konu ederek bir anlamda “kamuoyu”
yaratmaya çalışmıştır. Bütün çabası
ülkemizin B-T yetkinliğinin oluşmasına katkıda bulunmaktır. Bu nedenle
özellikle bu alanda ülkemizin alt yapısını oluşturacak ve geleceğini
etkileyecek yasal düzenlemeleri sürekli yazılarına konu etmiştir. Örneğin,
“Ulusal Enformasyon Altyapısı Ana Plânı”nın uygulanmayışından hareketle yaptığı
eleştiride,
“Dünya
Bankası’nın (DB), Türk Hükümeti’nin işbirliğiyle, 1990’ların başında
hazırladığı, “Turkey: Informatics and Economic Modernization” başlıklı
bir Ana Plân’ın halen yürürlükte olduğuna işaretle; yerel sanayinin “teknoloji
yeteneğinin geliştirilmesi”, sadece yazılım (‘software’) yeteneğinin
geliştirilmesine indirgenmiştir. Plân, böylece, “enformasyona dayalı bir
ekonominin” tesisini de çok basite indirgemiştir. Bu indirgemeciliğin tek bir
açıklaması olabilir; o da, Plân’ı hazırlayanların, enformasyona dayalı hale
getirmeyi öngördükleri Türkiye Ekonomisi’ni, üreten bir ekonomiye
dönüştürme yönünde hiçbir öngörüde bulunmamış olmalarıdır.” diyerek B-T ile
ilgili her konuda olduğu gibi bu konuya da siyasi düzlemde sahip çıkılmasının
gereğine işaret etmekteydi.
1990’ların
sonu ve 2000’li yılların başında onun B-T politikaları ekseninde yazılarında
ele aldığı konulara ve getirdiği eleştirilere destek veren duyarlı bir çevrenin
hâlâ var olması onu konuyu canlı tutmaya özendiriyordu.
Daha
sonraları politik müdahale uğruna defalarca değiştirilerek TÜBİTAK’ın
özerkliğinin bütünüyle ortadan kaldırılmasının ilk adımı sayılabilecek Mayıs
2005’de TBMM’de yapılan değişikliklerle ilgili bir dizi yazı yazdı. Bu
yazılarında diğer ülkelerdeki benzer kurumların yapısını “bağımsızlık ve ilgili
katmanların temsili” özelinde 14 örnekle verip,
“Özetle, dünya örneklerinde, açık bir biçimde öne çıkan üç nokta var: Birincisi, kurumların bağımsızlığı ya
da özerkliği;
ikincisi, hizmet verilen kesimlerin ve buna ek olarak, bilim ve teknolojideki
ilerlemenin sonuçlarından
etkilenen toplum katmanlarının üst karar organlarında temsil edilmeleri; üçüncüsü de,
finansmanı sağlayan ve bunun sağlanmasındaki
hedefleri gözeten taraf olarak kamunun temsilcilerinin de aynı organlarda yer almalarıdır.
TÜBİTAK
Bilim Kurulu’nun üye yapısı ile ilgili yeni düzenleme, dünya
örnekleriyle ne ölçüde uyumludur; bunun değerlendirilmesini
okuyucularıma bırakıyorum.
Benim kanımca,
bu düzenlemeye ilişkin
tartışmalarda,
sadece, TÜBİTAK’ın özerkliğini kaybedeceği endişesinin
ağırlık
kazanmasının ardında
yatan neden, siyasî iktidarlarca yapılan
atamalara duyulan derin güvensizliktir. Ne yazıktır ki, geçmişten de günümüzden de, bu güvensizliği haklı çıkartacak çok sayıda örnek gösterilebilir.” değerlendirmesini yapmaktadır. Ne
yazık ki zaman onu bu konuda da haklı çıkarmıştır. TÜBİTAK artık Bilim, Sanayi
ve Teknoloji Bakanlığı’nın bir genel müdürlüğü düzeyindedir.
Teknoloji Kestirim - Teknoloji Öngörü ve sanayileşme - üretme
Aykut Göker’in
dikkatle izlediği bir başka konu da bilim teknolojide farklı ülkelerin yaptığı
teknolojik kestirim ve teknolojik öngörü çalışmalarıydı. Konuyla ilgili bir yazısında kavramı
tanımlarken,
“Hemen
hemen bütün pazar ekonomilerinde, Teknoloji Kestirim (“Forecast”) ve Teknoloji
Öngörü (“Foresight”)
Çalışmaları olarak anılan çalışmalar yapıldığı ve
ulusal bilim ve teknoloji politikalarının da, daha çok, bu çalışmaların
sağladığı verilere dayanılarak tasarımlandığı görülmektedir.
… Bu ve benzeri
çalışmalarla ortaya konan bulguların teknoekonominin terimleriyle yeniden
formüle edilmesinden başka bir şey olmayan günümüz bilim ve teknoloji
[politikaları] … “serbest” pazar ekonomilerinin, Türkiye’de sanılanın aksine,
plansız ekonomiler olmadığının çarpıcı bir kanıtı[dır].”
“… teknoloji öngörü
çalışmalarının hareket noktasını oluşturan bu gelecek tasarımlarında, yalnızca
bilim ve teknoloji alanlarında değil, bütün
ekonomik ve toplumsal faaliyet alanlarında nasıl bir ülke görülmek istendiğinin fotoğrafı ortaya
konmakta… bilim ve teknoloji, müdahale edilebilir,
stratejik değişkenler olarak ele alınmakta[dır]; demekte
ve devletin rolüne,
“Gerçekten, teknoloji öngörü çalışmaları,
işaret edilen amaca hizmet ediyorsa, bu aracı bu amaçla kullanabilme erkine
-siyasi erke ya da devlet erkine- sahip kurumlar bu çalışmaları yürütüyor ya da
en azından bu çalışmaların ardında duruyor olmalılar.” diyerek vurgu
yapmaktaydı.
Ülkemizin
B-T politikasını kendi ihtiyaçları bağlamında kendisinin oluşturması gerektiğine
ve bu konuda yetkinlik kazanmasının gereğinin altını çizerek,
“...
Asla unutulmamalıdır ki, kalıcı bir teknoloji performansı kazanılmasında, ithal
teknoloji, hiçbir biçimde, ülkenin kendisinin, sağlam bir bilim temeli ile
belirli bir inovasyon kapasitesine sahip bulunmasının yerini tutamaz. Önem
verilmesi gereken husus, yaparak öğrenme ve araştırarak öğrenme yoluyla,
“know-how”ın özümsenmesidir… Ama sonuçta, ülkeler, kendi inovasyon
sistemlerinin doğasını ve politika uygulama kabiliyetlerini hesaba katarak,
gerekli değerlendirmeyi yapmak ve kendi politikalarını kendileri üretmek
durumundadırlar.” diyordu.
Üreten
bir ekonominin savunucusu olarak CBT,
07 Nisan 2001 tarihli yazısını,
“Üreten bir ekonomi haline gelmek için uygun
iklimi, “rantçı olmak yerine üretici
olmanın daha iyi olduğu” bir ortamı nasıl yaratacağız; sanmıyorum ki,
bunu bizim için başkaları düşünsün.” diyerek bitiriyordu.
Öngörü,
sanayileşme ve üretme arasındaki ilişkiyi koparmadan bütünsellikle ele almanın
gerekliliğini işlediği yazısında,
“Öndekilere sonradan
yetişen ülkelerin hep ulusal bir motifleri oldu; bu motif, üreten bir ekonomi,
bilim ve teknolojiye egemen bir ülke hâline gelmek; şartlar ne olursa olsun,
bunun için çaba göstermekti. Türkiye’nin sorunu ulusal motif eksikliği
mi? Geriden gelsin, önde koşsun; ulusal motiften yoksun ülke
yok. ‘Küreselleşme’ denen yeni dünya düzeni güçlü ulusların motifleriyle
örülüyor.
Bilim ve teknoloji üzerine
öngörülerde bulunurken Türkiye’nin bir türlü başaramadığı sanayileşme
meselesiyle de aynı ölçüde ilgilenmek zorundayız. Türkiye önce sanayileşsin,
bilim ve teknolojiye talep yaratsın, sonra bunun politikasını tasarlarız
biçiminde düşünemeyiz. Sanayileşmek sınaî üretim yanında bilim ve teknolojiyi
de üretebilir olmakla eş anlamlıdır. Onun için, politika tasarımında, bilim,
teknoloji ve sınaî üretimde yetkinleşmeyi bir bütün olarak ele almak; kısacası,
üreten bir ekonomi hâline gelmenin koşulları üzerinde düşünmek ve bu yönde de
öngörülerde bulunmak zorundayız.” demekteydi.
Öngörülerimizi
hayata geçirmek için “Stratejik plânlama ve bunun için geleceğe
bakabilme becerisinin kazanılması [nın] önemini Prof. Dr. A.Ş. Üçer, Prof.
Dr. M. Durgut ve kendisinin yaptıkları ortak bir çalışmada şöyle açıklıyorlardı:
“Burada belki stratejik plânlama yaklaşımının ve bu
bağlamda ulusal bilim ve teknoloji politikalarının tasarımının, geleceğe
bakabilme becerisini gerektirdiğine işaret edilebilir. Günlük olayların
arkasından koşarak yorulan ve yerleşik bir tarz olarak, kısa vadeden ötesini
düşünmeyenlerin önemlice bir çoğunluk oluşturduğu toplumumuzda, ancak uzun
vadeli kestirimlerle / öngörülerle ortaya konabilecek imkân ve fırsatları,
beklenmedik gelişmeleri nasıl hesaba katıp kendimize yeni yollar
çizebileceğimiz sorulabilir. Ancak, şu muhakkaktır ki, kısa vadecilik, karar
alıcıları kısır bir döngüye sokmakta; görüş ufuklarında alışılmışın dışına
çıkamayanlar alışılmış usûllerle zaten çözemedikleri sorunlar için kaynaksız ve
çaresiz kalmakta; ‘taklit’ aşamasından öteye de pek geçememektedirler...
“Bu kısır döngüde
tıkananların neden olduğu başka bir sorun ise, bilim ve teknolojideki, ve
toplumsal değer yargılarındaki çağ değişimine ve bu değişimin ardındaki
dinamiklere bir şekilde vakıf olanların böyle bir ortamda kendilerine yer
bulamadıkları için elenmeleridir. Kadrolar şans eseri bir araya gelse bile
iletişim kurabilecekleri kurumları / otoriteleri bulamamaktadırlar...”
Bir
zamanlar bu ülkede çok ciddi öngörü çalışmaları yapılmıştı ( Vizyon
2023-Teknoloji Öngörü Projesi). Bu çalışmaların çok sıkı bir takipçisi olarak
öngörülerimizin hayata geçirilebilmesi için,
“Bu açıdan, bu çok aktörlü
oyunda asıl sorun, orkestrasyonun sağlanması noktasında
düğümlenmektedir. Bu ise, bunu sağlayacak kurumun niteliğinden çok, siyasî
erkin kararlılığını, toplumun farkındalığını ve bu meseleye sahip çıkmasını gerektirmektedir.
Peki ama, bu nasıl başarılacaktır? Sanıyorum, bu konuda bir yol haritası
çizebilmenin ilk şartı, gerek TÜBA gerekse TÜBİTAK tarafından yürütülen öngörü
çalışmalarına katılanların, kendi öngörülerine sahip çıkmaları; bıkmadan
usanmadan öngörülerinin takipçisi olmalarıdır. Daha iyi bir yarın kurmak başkalarına
devredilemeyecek kadar ciddi bir iştir.” diyerek hepimizi uyarmaktaydı.
İçinde
etkin bir biçimde yer aldığı Vizyon 2023-Teknoloji Öngörü Projesi’ne çok önem
vermekte idi. TÜBİTAK sonrasında da çok yakın izleyicisi oldu. Ancak
uygulanmasıyla ilgili geçmiş deneyimlerden gelen endişeyi de hep taşıdı.
“ OECD Pilot Takımlar
Projesi çerçevesinde Türk takımı
tarafından hazırlanan ve 1967’de yayımlanan politika tasarımı ile 300’ü aşkın
bilim insanı ve uzmana hazırlattırılarak 1983’te Hükûmet’e sunulan Türk Bilim
Politikası: 1983-2003, o dönemlerin siyaset adamlarınca niçin dikkate
alınmamıştı? 1993’te tasarlanan Türk Bilim ve Teknoloji Politikası:
1993-2003’ü ve bunu geliştiren Bilim ve Teknolojide Atılım Projesi’ni
(1995) hayata geçirebilmek için alınan BTYK Kararları, niçin
uygulan[a]mamıştı? Prof.Dr. A. Ş. Üçer, Prof.Dr. M. Durgut ve bu satırların
yazarının bu sorulara yanıt arayışı içinde yaptıkları, daha önce de andığım
önemli bir tespit şuydu:
“Burada belki stratejik
plânlama yaklaşımının ve bu bağlamda ulusal bilim ve teknoloji
politikalarının tasarımının, geleceğe bakabilme becerisini gerektirdiğine
işaret edilebilir. Günlük olayların arkasından koşarak yorulan ve yerleşik bir
tarz olarak, kısa vâdeden ötesini düşünmeyenlerin önemlice bir çoğunluk oluşturduğu
toplumumuzda, ancak uzun vâdeli kestirimlerle / öngörülerle ortaya konabilecek imkân
ve fırsatları, beklenmedik gelişmeleri nasıl hesaba katıp kendimize yeni yollar
çizebileceğimiz sorulabilir. Ancak, şu muhakkaktır ki, kısa vâdecilik, karar
alıcıları kısırdöngüye sokmakta; görüş ufuklarında alışılmışın dışına
çıkamayanlar alışılmış usûllerle zaten çözemedikleri sorunlar için kaynaksız ve
çaresiz kalmakta; ‘taklit’ aşamasından öteye de pek
geçememektedirler. Bu kısırdöngüde tıkananların neden olduğu başka bir sorun
ise, bilim ve teknolojideki, ve toplumsal değer yargılarındaki çağ değişimine
ve bu değişimin ardındaki dinamiklere bir şekilde vâkıf olanların böyle bir
ortamda kendilerine yer bulamadıkları için elenmeleridir. Kadrolar şans eseri
bir araya gelse bile iletişim kurabilecekleri kurumları / otoriteleri
bulamamaktadırlar.” Yâni,
bu kez de farklı bir şey olmayacak. Hep aynı kısırdöngü... Maalesef
zaman onu haklı çıkardı.
B-T
alanındaki faaliyetleri sürekli izleyerek okuyucularıyla paylaşmaktaydı. Dani
Rodrik’in “Türkiye sanayisinin dünya
ekonomisindeki konumunu ve bu konumun 20-30 sene içersinde nasıl bir değişim
geçirdiğini” inceleyen çalışmasını aktarırken,
“Türkiye Sanayileşmenin
Neresinde?” sorusu bağlamında Rodrik’in önerilerini,
“Piyasa
ekonomisinin sağlıklı işleyişini sağlayan kurumları güçlendirmek”, “Modern ve geleneksel
işletmeler arasındaki uçurumu azaltmak”, “Sermaye ve teknolojiyi daha
geniş bir tabana yaymak” önerilerini “soruna
çözüm bulmak için yapılması gerekenlerin asgarî çizgisini belirliyor,
denebilir.”
olarak değerlendirirken, “Türkiye’nin,
günümüz koşullarındaki önemli sıkıntısı, siyasî plânda, pazar ekonomisine özgü
normları savunanların böylesi bir asgarî müştereklerinin bile olmamasıdır.”
uyarısını da yapmaktadır.
Ulusal
inovasyon sistemi
Ülkemizin
aydınlık geleceği için çok önem verdiği bir araç “ulusal inovasyon sistemi”
idi. Kavramsal olarak da sıkça değindiği bu sistemin iyi işletilmesini zorunlu
görür ve öneriler geliştirirdi.
“AB ya da OECD’ye
dahil bütün ülkelerin bilim ve teknoloji politikalarının odaklandığı, “ekonomik büyüme ve toplumsal gelişme için inovasyonda yetkinlik kazanılması” ve bu yetkinliği elde etmek için yapılması gereken düzenlemelerin
üretimden bilimsel araştırmaya, eğitimden vergi mevzuatına, sistemik bir bütünlük içinde ele alınması yaklaşımı ve bu sistemik yaklaşımı anlatan “ulusal
inovasyon sistemi” kavramı iktisatçıların ürünüdür.”
Ulusal inovasyon sistemi bir ülkeye, her şeyden önce, yeni bilgiyi -bilim ve teknolojiyi üretmeyi öğrenebilmek için gereklidir. Bu yapılamıyorsa, sadece başka ülkelerin ürettikleri bilgilere dayanarak, ekonominin
motoru olan yenilikleri üretmede kalıcı bir yetkinlik kazanmak ve bu yetkinliği sürdürebilmek mümkün değildir… Niçin bunca iktisatçı teknoloji ve
inovasyon meselesiyle bu denli uğraşıyor? Yanıt basit, ekonomik
büyüme ve toplumsal gelişmenin can damarı olan üretim ekonomisiyle uğraşıyorlar da ondan. Sayıları az da olsa, bizim de böyle iktisatçılarımız var.” dese de özel
konuşmalarında ülkemiz iktisatçılarının bu konuya neden yeterince ilgi
göstermediklerinden de yakınmaktaydı.
Uygarlık ve yaşam
Uygar
bir ülkede yaşamak O’nun da özlemiydi. Başkent kaldırımlarının sefaletini yine
mühendislik ve teknoloji bağlamında ele alırken,
“Teknoloji tabanlı genç
firmalara ya da yaratıcı fikirlerinden başka sermayeleri olmayan genç
yeteneklere ilk adım sermayesi sağlanmasını, Türkiye olarak, henüz başaramadık;
ama, “kaldırım mühendislerinin” işlendirilerek iş âlemine atılmalarını
sağlamadaki bu “fonlama” mekanizması gerçekten mükemmel işliyor. Sizlerin
kentlerinizdekileri bilmem ama, hangi siyasî renkten olurlarsa olsunlar,
Başkent’in belediyeleri bunu iyi başarıyorlar.
Toplumların teknoloji
düzeylerini… belirleyebilmek için, [farklı] ölçütler
kullanılıyor. “Kaldırım kalitesi” gibi bir ölçüt bunlar arasında yok; ama,
başkentinin bozuk düzen kaldırımlarıyla enformasyon toplumuna / bilgi toplumuna
yürüyebilecek bir Türkiye düşlemek çok zor. Ne yapsak acaba; kaldırımlarında
adam gibi yürünebilen bir Türkiye için, alay yollu kullanılmayacak kaldırım
mühendislerini yetiştirip, bu işlerde söz ve karar sahibi olacakları bir düzen
kurmayı da öngörülerimize eklesek mi?” diyordu.
Bilişim ve bilgi toplumu
Bilişimin
ülkemiz için ne denli önemli olduğunu işlediği yazılarında bu sektörü, “tekniklerin,
hizmet, malzeme, yazılım, donanım ve sistemlerin tasarlanması ve
geliştirilmesi” bütünselliği içinde
ele alınması gerektiğinin altını çizerek, “Hindistan hayali” ile ilgili olarak,
“Hindistan’ın yazılımda
kaydettiği gelişmeleri inceleyen yabancı uzmanlar tamamen bu ülkeye özgü
koşullarda yaratılmış bir modelden söz ediyorlar ve bunun altını çiziyorlar…
Model,
yukarıda da belirttik, her şeyden önce, nitelikli eleman yetiştirmeye ve
yetiştirilen elemanların, ucuza da olsa, Hindistan’da istihdamına ve sonuçta,
yaratılan net katma değerin önemli ölçüde Hindistan’da kalmasına dayanıyordu.
En azından bu gerçekleşti mi; yoksa, Hindistan ucuza yazılım ihraç etmenin
yanında, doğrudan ucuz yazılımcı da ihraç eden bir ülke hâline de mi geldi? Bir
an için Hindistan insanının başka bir seçim yapma lüksü olmadığını anlamaya
çalışabiliriz; ama, bu model bizim için de öneriliyor ve bizim de başka bir
seçeneğimiz yok deniyorsa, modeli önerenler,
açık kâlplilikle bunu ortaya koymalı ve ayrıca, biz de bu yola girersek, hem
sudan ucuz yazılım hem de sudan ucuz yazılımcı ihraç eden Hindistan’la nasıl
rekabet edeceğimizi açıklamalılar. “
“Sorulması
gereken, “günümüzün Hindistan fotoğrafına bakıp, Türkiye’yi nasıl ucuz
bilişimci cenneti hâline getirebiliriz” sorusu değil; “geleceğe bakıp,
Türkiye’de verimli bir araştırma ve inovasyon ortamını nasıl yaratabiliriz”
sorusudur.” diyerek hem
eleştirmekte hem de yol göstermekteydi.
Ülkemizin B-T ile ilgili altyapısının
özelleştirilmesi konusundaki duyarlılığı zaman zaman kızgınlığa dönüşerek
yazılarına yansıyordu. Haksız da sayılmaz.
Bilişimcilerimizin büyük çoğunluğunun heyecanla beklediği ‘operasyon’ 1 Temmuz’da gerçekleşti ve Türk Telekom (TT) satılarak,
hem kelimenin tam anlamıyla özelleştirilmiş hem de
uluslararasılaştırılmış oldu. [Güngör Uras’ın 3 temmuz tarihli Milliyet
Gazetesi’nde yer alan “Törkiş telekom’dan kurtulduk (Elhamdülillah)” başlıklı köşe yazısından].
“TÜRK TELEKOM’UN YAP[A]MADIĞI
TT’nin yap[a]madığı neydi? Eğer, ‘telekomünikasyon’ gibi, teknolojide en ileri, en yeni
olanı temsil eden alanlardan birinde faaliyet gösteriyorsanız, sisteminizi teknolojik açıdan sürekli yenilemek
zorundasınızdır. Ve eğer, bu ülkede faaliyet gösteren ve bu ülkenin bir kuruluşuysanız, yenilenme için
güvenli yol, sırtınızı yurt içindeki firmaların ARGE yeteneğine dayamaktır. Bu yetenek yoksa
kazanılmasına katkıda bulunmaktır. Beklenirdi ki, iyi
kâr eden bir kuruluş olarak TT, kârının bir kısmını bu ülkenin telekomünikasyon ve bunun tamamlayıcısı olan enformasyon alanındaki ARGE yeteneğini yükseltmek için kullansın ve böylece, kendi
geleceğini de güvence altına alsın… Kaldı ki, TT’nin devraldığı mirasta böylesi bir deneyim de vardı. 1980’li yıllarda, iletişim altyapımız teknolojik olarak yenilenip sayısallaştırılırken, bu çabaya paralel olarak Türkiye’de önemli bir üretim,
tasarım ve ARGE kapasitesi yaratılmıştı. Oysa 1990’lı ve 2000’li yıllarda bu kapasiteyi
geliştirmek bir yana var olan da erozyona uğradı.
Bilişimcilerimizin çoğu TT’nin satılmasını bu denli
istediklerine göre (ki onlar bu ülkenin en zeki insanlarıdırlar), ben eminim,
TT’nin yeni sahibi, ülkemiz firmalarına, ARGE yeteneklerini
geliştirebilmeleri için her türlü imkân kapısını açacak; bunun hayır ve hasenâtını da önce bizim bilişimcilerimiz görecektir. Gözleri aydın, yolları açık olsun...” Gelinen
noktaya bakıldığında insanın az bile söylemiş diyesi geliyor.
Bilgi
toplumuna dönüşmenin ülkenin geleceği olduğunu bilincinde olarak bu yakıcı konu
yazılarında sık sık yer aldı. Hele bir de Türkiye Ulusal Enformasyon
Altyapısı Ana Planı - TUENA (1996-1999) projesinin uygulanmaması ihanetini
yaşamanın acısı var ki…
“Devlet Plânlama Teşkilâtı (DPT) Peppers&Rogers Group adlı bir firmaya, “2010 yılı hedef alınarak Türkiye’nin bilgi
toplumuna dönüşüm stratejisinin belirlenmesi”
amacıyla bir çalışma yaptırıyor. Buna ilişkin haberlere gözü ilişenlerimiz, herhâlde, bilgi
toplumuna dönüşmek gibi bir hedefimiz
var ki, DPT böyle bir çalışma yaptırıyor, diye düşünmüşlerdir.”
Enformasyon teknolojisi ve ardından geldiği görülen yeni
teknolojilerin yaşamsal önemini bir kez
daha vurgulayan Vizyon 2023 de rafa kalktığına göre, bütün umudumuzu,
Türk Telekom’u sattığımız yabancıya bağlayıp yine bir yabancıya hazırlattığımız “bilgi toplumu stratejisi”
ile mi? Siz ne dersiniz? Ama, yine de siz siz olun, bu soruya yanıtınız her ne olursa olsun, hiç olmazsa, 72 milyonluk bir ülke
olarak ulusal stratejimizi yabancı bir firmaya hazırlattığımızı kimseye söylemeyin.
Ele güne karşı ayıp olur.”
Teknoloji ve sanayileşme
Eski bir Sümerbanklı
olarak Sümerbank’ı bitirdiğini söyleme aymazlığını gösteren bakana tepkisiz
kalamazdı,
“28 Temmuz 2005 günlü Milliyet gazetesinde yer alan bir
haberde Bakan Unakıtan’ın “Yakında Sümerbank
tarihten siliniyor artık, bitirdik. Elinde
bir şey kalmadığı gibi, ismini de kaldırıyoruz. İsim hakkını satarız o başka...” dediği yazılıydı. İşçi sendikalarının ve Türk sanayiinin
önde gelen temsilcilerinin Bakan’ın kullandığı ifadeye tepki göstermelerini beklerdim; böyle bir tepki
gelmedi. Niçin tepki beklerdim, nedenini söylemeden önce şunu belirteyim: Bakan boş yere böbürlenmiş; çünkü, “Sümerbank’ı bitirme onuru” aslında kendilerine ait değildir. Bu “onur”,
özellikle 1980’li yıllardan itibaren
Sümerbank [SB] fabrikalarında ekonomik ve
teknolojik ömürlerini dolduran makinaları, üretim hatlarını yenilememe kararını veren ve bu kararı uygulatan siyaset adamlarına ve iktidar
sahiplerine aittir.
“Sümerbank” adını daha çok, bu kurumun özelleştirilip hortumlanan
bankası vesilesiyle duymuş olan pek çok genç
okur, SB’nin Türkiye’deki demir-çelik; kâğıt ve refrakter
malzeme (ateş tuğlası) sanayilerinin de
kurucusu olduğunu ya da SB Gemlik
Sunğipek [imlâ hatası yok; özgün adı bu] Fabrikası’nın kimya sanayiimizin kuruluşunda rol alan pek çok
mühendis için okul görevi gördüğünü de bilmez.
Ve sanayimizin saygı değer temsilcileri... Girişimcilik kültürü ve
yeterli sermaye birikimi olmayan bir ülkede ilk sınaî bilgi ve deneyim birikimini -zihinsel sermaye- yaratmak
amacıyla kurulan ve Türk Sanayii’nin kurulup gelişmesinde önemli işlevler gören bir
kurum tarihin sayfalarına gömülürken biraz
saygılı davranılmasını sizler isteyemez miydiniz? Sanayicilerimiz tarihsel
bellekten bu denli mi yoksun? Eğer öyleyse, gücünü
bilim, teknoloji ve sanayide güçlü olan uluslardan alan küreselleşme rüzgârları, önüne kattığı Türk Sanayicilerini de kolayca silip süpürecek demektir. O
zaman da, “Yakında Türk sanayi
burjuvazisi tarihten siliniyor artık, bitirdik. Elinde
bir şey kalmadığı gibi, ismini de kaldırıyoruz. İsim hakkını satarız o başka...” diye demeç verecek bir bakan çıkar herhâlde; ama, ona tepki gösteren çıkar mı, bilemem.”
Bütün
teknoloji geliştirme fırsatlarını ülke çıkarları açısından değerlendirirken
hızlı tren konusunu da bu bağlamda ele alıyordu,
“Bakanlar
Kurulu’nun hızlı tren (saatte 200 kilometrenin üzerinde
hız yapabilen trenler) hattı yapımı için 19 Ekim 2005 tarihli Resmi
Gazete’de yayımlanan
kamulaştırma kararını görünce,
ülkeyi yönetenlerin, demiryolu ulaşımını komünistlerin
tercihi olarak gördükleri 1980’li yılları anımsadım. Oysa, 1980’ler Batı Avrupa’nın,
Japonya’nın hızlı tren
ağlarıyla örülmeye
başlandığı yıllardı.
1990’ların ortalarında, Türkiye’de de, hızlı tren
alanında
atılım
yapılmasını öneren
raporlar yazılmıştır.
VII. Beş Yıllık
Plân Döneminde Öncelikle Ele Alınması Öngörülen Temel Yapısal Değişim Projeleri kapsamındaki Bilim ve Teknolojide Atılım
Projesi’nin Çalışma Komitesi
Raporu’nda (24 Şubat
1995) önerilen yedi atılım alanından
birisi “demiryolu sisteminin hızlı tren
teknolojileri esas alınarak
yenilenmesi ve şehir
içi ulaşımda
raylı
sistemlerin geliştirilmesidir.”
Türkiye hızlı tren
konusuna şimdi
giriyor; ama, artık
bir alıcı -ve görülen o ki, İspanya’nın müşterisi-
olarak... 1996 yılında yayımlanan
Yüksek-Hız
Trenleri: Sistem ve Teknolojileri (TÜBİTAK
yayını) adlı çalışmanın
sunuşunda
hızlı tren
konusuna sonradan girecek olanlar için bir uyarı vardı ve şöyle
deniyordu: “..... döşendiği dönemden bu yana, altyapısıyla üstyapısıyla,
teknolojik açıdan
yenilenmemiş bir
demiryolu şebekesine
sahip bulunan Türkiye’de, demiryolu sistemini yenilemeye gereksinim duyuyorsa;
buna karşılık, kendi üretim ve teknoloji gücü bu
gereksinmeyi karşılayacak
düzeyde değilse;
hızlı tren
pazarına
bir alıcı olarak girmek durumundadır. Bütün mesele, bu pazarda yalnızca, pasif bir alıcı olarak
değil; bunu fırsat bilip, demiryolu sistemleri ile
ilgili kendi teknoloji ve üretim yeteneğini
de artırmayı ulusal bir hedef olarak öngören, kendi
ulusal çıkarlarının
farkında,
akıllı bir
müşteri olarak yer alabilmektir… Aradan
bir on yıl
daha geçmişken
Türkiye’nin hızlı tren pazarında, hiç olmazsa akıllı bir müşteri olarak yer alabilme şansı hâlâ
var mıydı? Var idiyse, bu şansı deneyebilir
miydi? Bu soruları ortaya
attık
ama; arkada bıraktığımız yıllarda, şehir
içi ulaşımında raylı sistemlere
geçişi,
teknoloji ve sistem geliştirme
yeteneğini
artırarak
ülke içinde güçlü bir üretim kapasitesi yaratma fırsatına
dönüştürmeyi
düşünmeyen bir Türkiye için bu tür sorular
sormak galiba hatâ...”. Uyarılar
yapılmıştı ama cehalet ağır basmıştı.
Otomotiv, tekstil ve
sanayinin diğer sektörlerinin durumunu ve geleceğini ele aldığı yazılarında
çoğunlukla teknoloji yeteneğinin yükseltilmesi gereğinin altını çiziyordu.
Örneğin tekstilde,
“Vizyon
2023 - Teknoloji Öngörü çalışmasının
bir ürünü olan Temmuz-2003 tarihli Tekstil
Paneli Raporu’nda… Yetkinlik kazanılması öngörülen
bu alanlar, teknolojide kaydedilecek gelişmelere
göre, zaman içinde tabiî ki değiştirilebilir. Ama, Rapor’un asıl önemli olan yanı, tespitlerin “gelecek yirmi yılın hâkim
teknolojik eğilimleri
göz önüne alınarak”
yapılmış olması ve
bu çerçevede, teknoloji yeteneğini
geliştirerek
katma değeri
yüksek yeni ürünler geliştirme
becerisini gösteremediği takdirde, tekstil ve hazır giyim sanayiimizin herhangi bir
geleceğinin
olamayacağını açıkça
ortaya koymasıdır. Sektör için, uzun vâdede çâre, bu
becerinin kazanılmasıdır.
KDV oranlarının indirilmesi vs. hepsi tamam da,
Türkiye’de asıl bu
konuyla kim meşgûl
oluyor, acaba?” diyordu.
Otomotiv ve tekstilde yapılan sektör çalışmalarından
hareketle diğer sektörler için de benzer çalışmaların önemine değinerek,
“… sektör çalışmalarının inandırıcılığı ve amaçlananların gerçekleşmesi, konuyla ilgili tarafların katılımlarını sağlayacak, doğru yöntemlerin uygulanmasına bağlıdır. Sözünü ettiğim her iki sektör çalışmasında da bu açıdan doğru yöntemler uygulanmıştır. Diyeceksiniz ki,
sonuç ne oldu. Bunu sonra tartışırız; ama, pek çok konuda çıkış yolu arayan Türkiye’nin bu tür çalışmaların sürdürülmesine
ihtiyacı vardır. Elbet bir gün bu
çalışmaları sonuçlarıyla birlikte ciddiye alıp ortaya konan
önerileri hayata geçirecek birileri bulunur.” iyimserliğini duyuruyordu.
B-T tarihi belgeliği
Yazılarında
ülkemizin B-T politikaları alanında yapılmış hemen bütün çalışmalara yer vermiş
olması nedeniyle B-T Politikaları tarihimizi belgelendirmektedir bir anlamda.
Örneğin, B-T konularını politikalar bağlamında her alanda yakından izlediği
içindir ki CBT, 14 Temmuz 2001 tarihli
yazısında Tarımsal Araştırma Projesi Araştırma Master Plânı’nı irdelerken,
“demek biz, mevcut
araştırma potansiyelimizi yok etmekle, elde kalan araştırma kuruluşlarımızı
yeniden düzenleme önerilerine direnmekle uğraşmışız. Bütün bunlar, son
zamanlarda, tarım sektörünü tamamen “piyasa ekonomisi”ne uyarlama yönündeki yasal
düzenlemeler karşısında, tarım ve hayvancılığımızın yok olacağı dile
getirilince aklıma geldi. Tarım ve hayvancılıkta biz partiyi asıl ne zaman
kaybettik dersiniz? derken
günümüze seslenir gibidir.
B-T politikaları ve dil
B-T
politikaları alanında başta “inovasyon” sözcüğü olmak üzere zaman zaman yabancı
kökenli sözcük ve kavramları kullanması nedeniyle yapılan eleştirilere bu
konudaki duyarlılığını gösteren seri yazılarla yanıt verip katkıda bulunurken,
“Asıl mesele, kavramların
kendilerini üretebilmekte... Bunun içinse, çabalarımızı, ister kültürel alanda
isterse ekonomik bir fayda ortaya koymaya yönelik faaliyet alanlarında olsun, araştırarak
öğrenme, öğrendiğimizi bir üst düzeyde geliştirerek yeniden üretebilme ve
yeniden araştırabilme çevrimi üzerinde odaklamamız gerektiğini biliyoruz.
Bunu başarabilirsek, bizim de ürettiğimiz kavramlar olursa, o kavramları ifade
edecek bir dil zenginliğini zaten yaratabiliriz. Peki, o güne kadar, yeni
kavramları kendi dilimizde ifade edebilmek için hiç çaba göstermeyelim;
‘innovation’a inovasyon, ‘information’a enformasyon mu diyelim? Hayır. Söylemek
istediğim, bu aktarımda anlam kaybına, aradaki ayrımların ortadan kalkmasına
yol açılmaması. İşaret ettiğim çevrimin bir gereği de bu.” diyerek yanıtlamaktadır.
Üniversite-sanayi ilişkisi
Hemen
bütün dikkatini B-T politikaları alanına ve ulusal yenilik sistemi üzerine
yoğunlaştıran A. Göker’in üniversite-sanayi ilişkisine değinmemesi
düşünülemezdi. Yine seri yazılarla ele aldığı konunun önemine,
“Üniversite, kimin için ve
nasıl bir geleceğe mühendis yetiştirmekte olduğunu sorgulamak; teknolojisinin
ve sanayiinin geleceğinde söz sahibi olan bir toplum yaratmak hâlâ geçerli bir
vizyonsa, bu vizyonu erişilebilir kılmadaki misyonunu tanımlamak zorundadır.
Sanayicilerimiz de, en azından bireyler olarak, dünya sanayi burjuvazisinin
beşinci sınıf mensupları değil de, eşit üyeleri olma konusunda hâlâ
iddialılarsa, ne yapabileceklerini kararlaştırmak durumundadırlar. Bu kritik
noktada üniversite ile sanayi birbirlerine en yakın olması gereken iki çözüm
ortağıdırlar ve bu ortaklık Türkiye için yaşamsaldır.” diyerek vurgu yapmaktadır.
Köşesinde,
izlediği ilgili kongre, panel ve toplantılara da sıkça yer veren Aykut Göker,
can alıcı noktaları ve önerilen çözümleri aktarır ve kendi değerlendirmesini de
eklemekteydi.
Pazar ekonomisinde B-T
politikaları
Ülkemizin
B-T politikalarını pazar ekonomisi koşullarında oluştuğunun bilincindeydi
elbette. Ancak bu koşullarda henüz sanayileşmesini tamamlayamamış bizim gibi
ülkelerde B-T alanına mutlaka kamu müdahalesi gerektiğini görmekte ve
savunmaktaydı. Yazılarında sık sık sorduğu “Sanayimiz İçin Çıkış Yolu Var mı?
sorusuna onun sıkça başvurduğu bir kaynak olan “Society, The Endless Frontier,
Caracostas, P. ve U. Müldür, 1998 Avrupa Komisyonu yayını”ndan şu alıntıya yanıt
vermekteydi,
“… bütün pazar
ekonomilerinde, hükümetlerin/devletin şu ya da bu biçimdeki yatırımları
olmaksızın, bilimsel ve teknolojik ilerleme için gerekli sermayenin gerektiği
düzeyde sağlanabileceğini düşünmek, öyle gözükmektedir ki, yalnızca bir
hüsnükuruntudan ibarettir.” … “Türkiye olarak, sanayimizi böylesi, bütünsel bir
politika çerçevesinde ele almaya hazır mıyız; bu siyasi-toplumsal iradeye sahip
miyiz? Değilsek, galiba, sadece sanayimiz için değil, Türkiye için de çıkış
yolu çok zor...” yargısında
bulunmaktaydı.
Pazar ekonomisi koşulları bağlamında
irdelediği Ar-Ge’de yabancı sermaye konusunda,
“Yabancı sermaye
yatırımları ya da yabancı şirketlerle yapılan evlilikler, sanayimize,
gerçekten, kendi ARGE yeteneğine dayalı teknolojik bir üstünlük sağlıyor
mu?” sorusuna
yanıtı, T. Hatzichronoglou’nun IV.
Teknoloji Kongresi’ndeki ( 21 Mayıs 2002) konuşmasında buluyordu, “Bilim
ve teknoloji faaliyetlerinin uluslararasılaşması dünya ekonomisindeki
küreselleşmenin bir parçasıdır. Ama ARGE faaliyetleri üretimden daha az
uluslararasılaşmaktadır; yine de, geçen 15 yılda, bunda nispî bir artış
olmuştur.” Ancak yabancı yatırımların coğrafi
dağılımından hareketle “ARGE’nin,
aslında, gelişmiş ülkeler coğrafyasında uluslararasılaştığını gösteriyor.” yargısına varıyordu.
Bu yargısını,
“Pratikte,
çokulusluların muazzam yatırımlarına rağmen, açıkça görülmektedir ki, bunların
teknolojik faaliyetleri, yatırımın yapıldığı ülkenin teknolojik yetkinliğinin
gelişmesine çok az katkıda bulunmaktadır. Yatırım yapılan ülkedeki sanayinin
gelişme düzeyi yüksek, yerel hükümetler cömertçe destek sağlıyor ve kurulan
yatırım ilişkileri uzun dönemli olsa bile durum budur. (”editörlüğünü Linsu Kim ve
Richard R. Nelson’un yaptığı “Technology, Learning & Innovation:
Experiences of Newly Industrializing Economies” başlıklı eserde (2000) yer alan Mark Dodgsen’in makalesinden) Yabancı
sermaye ve ARGE konusunda başka bir yoruma gerek var mı; bilmiyorum.” diyerek
pekiştirmektedir.
B-T politikaları: ülke
örnekleri
Oluşturduğu
Politik Bilim köşesinde bir yandan ülkemizin B-T dünyasında olup bitenleri
eleştirel bir yaklaşımla bizlere sunarak konuyu sürekli gündemde tutup
duyarlılığı yaşatmaya çalışan Aykut Göker öte yandan sistematik biçimde
izlediği dünyadaki gelişmeleri kıyaslamalı biçimde köşesine taşımaktaydı. B-T
politikalarının belli bir çevrede ilgi çekip öğrenildiği yıllarda çokça sözü
edilen Güney Kore örneğini birincil kaynaklardan köşesine taşıyıp
değerlendirdiği yazısını şöyle bitiriyordu,
“G. Kore’nin bilim ve
teknoloji politikasının tamamı bundan ibâret değil; ben, ana hatlarıyla
özetlemeye çalıştım. Tabiî, bu politikanın Türkiye’deki bir bilim ve teknoloji
politikasından çok önemli bir farkı var: Siyasî erk ve ilgili toplum katmanları
birlikte sahip çıkıyor ve de kâğıt üzerinde gözüken bir politika değil;
uygulanmakta olan bir politika.”
Bilim ve Teknoloji Yüksek
Kurulu’nun önemi
Bilim
ve Teknoloji Yüksek Kurulu’nun (BTYK) sekreteryasını yürüten TÜBİTAK’ta
çalıştığı yıllarda görevi gereği bütün kararların başında bulunduğu dairede
hazırlanması ona ülkemizin B-T politikasını en üst düzeyde izleme olanağını
veriyordu. Güçlü teknokrat/bürokrat yanı ile bu kararların oluşmasında da
etkili oluyordu. BTYK onun özellikle izlediği ve köşesine taşıdığı bir konu
oldu her zaman. Önemi nedeniyle BTYK’nın 25 Ağustos 1997 tarihli toplantısına
onun ilgili yazısından alıntıyla değinmek gerekiyor.
“BTYK, dört yıllık bir aradan sonra, 25
Ağustos 1997 günlü toplantısında, 1993 sonrası Bilim ve Teknoloji
Politikası’nın son şeklini aldığı, Türkiye’nin Bilim ve Teknoloji Politikası
başlıklı bir doküman ile Uygulama Gündemi olarak anılan, 29 maddelik bir “Acil
Eylem Plânı”nı onaylamıştır… bu politikanın ayırt edici özelliği, 1983
tasarısında öngörüldüğü gibi, yalnızca bilimde değil, teknoloji alanında da
yetkinleşmenin amaçlanması ve bu yetkinleşmenin, bilim ve teknolojiyi ekonomik
ve toplumsal faydaya dönüştürebilme becerisine de sahip olma amacını
içermesidir… BTYK’nın 25 Ağustos 1997 günlü toplantısını 2 Haziran 1998 ve 20
Aralık 1999 günlü toplantıları izledi ve 25 Ağustos 1997 toplantısında kabul
olunan Uygulama Gündemi’ne yeni maddeler eklendi. Uygulama Gündemi, esas
itibariyle, bilim, teknoloji ve inovasyonda yetkinleşmenin olmazsa olmaz koşulu
olan, Ulusal İnovasyon Sistemi’ni kurmaya yönelik acil önlem kararlarından
oluşmaktaydı. Bu kararlar, eğitim-öğretim politikalarından vergi
politikalarına, AR&GE politikalarından altyapı yatırım politikalarına kadar
uzanan, pek çok politika alanını ilgilendirmekteydi ve bu bakımdan başarı,
konunun sistemik bütünlük, siyasi kararlılık ve süreklilik içinde ele
alınabilmesine bağlıydı. Ne var ki, bunun yapılabildiği söylenemez. Kaydedilen
ilerlemeler, belli kurum ya da kadroların münferiden gösterdikleri çabalara bağlı
kalmıştır. Oysa bilim ve teknoloji alanında kaybedilen bunca zamandan sonra ve
bunca başarılı ülke örneği apaçık ortadayken, 1993 sonrası Bilim ve Teknoloji
Politikası’nın, varsa yanlışları düzeltilerek; ama, bir bütün halinde
uygulanması beklenirdi.”
Ar-Ge’ye dayalı kamu
tedarik politikaları
Ar-Ge’ye
dayalı kamu tedarik politikaları önem verdiği bir başka konudur.
“Devletçe uygulanan ARGE
yardımı programları, sanayii ARGE’ye yönlendirmenin önemli bir aracıdır. Önemli
diğer bir araç ise, ARGE’ye dayalı, etkin bir kamu tedarik politikası izlenmesidir.
Devlet, bu iki aracı kullanarak, sanayii, genel olarak ARGE’ye yönlendirmenin
ötesinde, ulusal ekonomi ve ülkenin stratejik hedefleri açısından belirleyici
olan bilim ve teknoloji alanlarında ARGE faaliyetinin yoğunlaşmasını da
sağlayabilir. Yine devlet, bu tür bilim ve teknoloji alanlarında yürürlüğe
koyacağı güdümlü araştırma projeleri ile ülkenin bilim ve teknoloji
yeteneğini yükseltebilir; bu yönde bir sinerji yaratabilmek için, yukarıda
işaret edilen üçlüyü, ortak ARGE faaliyetlerinde bulunmaya yönlendirebilir.”
Bir
anma yazısının sınırları içinde onun B-T konusuna yaklaşımı yazılarından
örneklerle verilmeye çalışıldı. Ülkemizi aydınlık bir geleceğe taşıyacak ve
dünyadan kopmamızı engelleyecek pek çok konuda olduğu gibi B-T politikaları alanındaki
olumsuz gidişe bakıldığında onun işlediği konular, yaptığı saptamalar ve
yorumlar daha da değer kazanmaktadır. Pek çoğu güncelliğini koruyan yazılarının
tamamına kendisinin kurduğu www.inovasyon.org
sitesinden erişilebilir. Başta Politik Bilim köşesinde yer alan yazıları olmak
üzere diğer çalışmaları gelecekte ülkemizin B-T tarihini yazacaklara önemli bir
kaynak olacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder